Zygmunt Bauman alışıldık bir sosyolog değil. O bir gündelik hayat filozofu. Düşünce ve dil dokusu çeşitli iplerle örülmüştür: yüksek kuram; rüyalar ve siyasi hayaller; insanlığın o istatistiki biriminin, küçük insanların kaygı ve acıları; dünyada güç sahibi olanlara dair yüksek kavrayışlı -jilet kadar keskin, ayrıca da acımasız- bir eleştiri ve bayat fikirlere, bu fikirlerin beyhudeliğine, o azgın ilgi ve popülerlik arayışlarına, hissizlik ve kendini kandırmaca oyununa dair sosyolojik bir analiz.
Şuna hiç şaşırmamak gerek: Bauman’ın sosyolojisi her şeyden önce bir hayalgücü, duygu, insan ilişkileri -aşk, dostluk, ümitsizlik, kayıtsızlık, duyarsızlık- ve mahrem tecrübe sosyolojisidir. Bir söylemden diğerine kolayca geçmek onun düşünce biçiminin belirleyici özelliklerinde biri olmuştur.
***
Bauman metodolojik açıdan bariz bir eklektikçidir: empati ve duyarlılık onun için metodolojik ve teorik safiyetten çok daha önemlidir. Yüksek teori ile TV realite programlarını, felsefe ile siyasi konuşmaları, dini düşünce ile reklamları birbirinden ayıran derin uçurumun üzerinde gerili olan cambaz ipi üzerinde yürümeye kararlı olan Bauman, dünyamızı dünyanın siyasi ve finansal elitlerinin ifadeleriyle ya da sadece hermetik ve esoterik akademik metinleri kullanarak açıklamaya çalışsaydı, ne kadar komik bir biçimde yalıtılmış ve tek yönlü görüneceğinin gayet farkında.
Teorik açıdan ilk önce Antonio Gramsci ve sonra da büyük ölçüde Georg Simmel’den etkilendi. Simmel’in de çatışma teorisinden çok zihinsel yaşam (Geistesleben) kavramından ve Lebensphilosophie’sinden etkilenmişti. Bauman’a teorik izleklerinin ve teori üretme biçimlerinin çoğunu sağlayan şey Almanların bu yaşam felsefesiydi – yine Nietzsche’ninkinden çok Ludwig Klages ve Eduard Spranger’inki (özellikle de Lebensformen kavramı).
***
Bauman’ın düşünce haritasında sadece Gramsci ve Simmel’in felsefi ve sosyolojik fikirlerini değil, ayrıca Kaunas’ta doğup büyümüş olan ve Bauman’a göre yirminci yüzyılın en büyük etikçisi olan, çok sevdiği filozof Emmanuel Levinas’ın etik kavrayışlarını da buluyoruz. Levinas’ın etik kavrayışları Öteki’nin kişilik ve haysiyetini onun hayatını kurtaracak derecede tanıma mucizesine ilişkindir – ve aynı zamanda da bu tanımanın sebebini açıklayacak durumda olmamayı içerir zira böyle bir açıklama ahlaki ve etik bağ mucizesini yok edecektir. Bauman’ın eserlerinde sadece bu ve diğer modern düşünürlere değil, ayrıca teologlara, dini düşünürlere ve edebi eserlere göndermeler yapılır, edebi eserler de yaratıcılığında önemli bir rol oynar.
Tıpkı Polonyalı sosyolog Jerzy Szacki gibi, Bauman da Varşova Üniversitesi’ndeki profesörü Stanisław Ossowski’den kasten olmasa da çokça etkilenmişti. İspanya kralının elinden, insani bilimlerde üstün başarılar kaydettiği için aldığı Asturias Prensi Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada Bauman Ossowski’nin ona öğrettiği en önemli şeyi hatırlatmıştı: sosyolojinin insani bilimlere dahil olduğunu. Daha sonra da sosyolojinin tıpkı roman gibi insan deneyimine dair bir açıklama olduğunu söylemişti. Ve ona göre bütün zamanların en büyük romanı da Miguel de Cervantes’in Don Kişot’uydu.
Eğer Vytautas Kavolis sosyolojinin ve genel anlamda sosyal bilimlerin “melodiden yoksun bir alan” olduğunu savunuyorduysa, Bauman bunun zıt-örneğiydi: onun sosyolojisi sadece sesler yaymakla kalmayıp, doğrudan gözünüzün içine bakıyor. Bu bakış etik bir bakış: gözlerinizi başka bir tarafa çevirip, karşılık vermemezlik edemezsiniz çünkü psikolojik olarak sizi irdeleyen ya da etrafındaki nesneleri absorbe eden (tüketen) bir bakıştan ziyade, Baumancı bakış etik bir ayna olma ilkesini bünyesinde barındırır. Bu aynadan size yansıyan şey eylemleriniz, diliniz ve düşünmeden, sadece güvenli bir şekilde taklit ederek söylediğiniz ya da yaptığınız her şeydir: üzerine pek düşünmeyip, sessizce kabullendiğiniz kötülüklerinizdir.
Bauman’ın teorik hassasiyeti ve empatisi bakan ve bakılan arasındaki asimetriyi yok eden bir konuşma biçimine, bir tavra benzetilebilir. Bu tıpkı Jan Vermeer’in “İnci Küpeli Kız”ı gibi, bizi hiç beklemediğimiz bir şekilde kendi bakışımızı iade ederek ve sessizce “kim kime bakıyor?” diye merak etmeye sevk ederek, etkisi altına alıyor. Hague’deki Mauritshuis galerisinde Hollanda sanatının diğer birçok ölümsüz şaheseriyle birlikte duvarda asılı olan o kız mı bize bakıyor yoksa biz mi ona bakıyoruz? Bakılan bakana bakıyor, dolayısıyla da dünyaya bütün o unutulmuş diyagloları iade ediyor. Sözde bir diyalog kisvesi altında bize sunulan, o sonsuzca tüketen, kullanıp atan, bilen ve saldırgan bir şekilde fikir aşılayan bakışın aksine eşitler arasında cereyan haysiyetli bir sessiz bakışma bu.
Bauman bakana bakıyor, düşüneni düşünüyor ve konuşanla konuşuyor zira okur kitlesi ve diyalog partnerleri sadece ona “layık” teorisyenler ve hayal ürünü şahsiyetler değil. Fikirlerini küçük adam ya da kadına – küreselleşmenin ve ikinci (akışkan) modernitenin yerinden ettiği kişilere sunuyor. Yeni tarihselcilik ve karşı-tarihin (mikro-tarih, küçük-tarih) bir büyük anlatı olarak tarihi bile bile reddeden temsilcilerinin, Stephen Greenblatt, Carlo Ginzburg and Catherine Gallaher’in başlattığı çalışmaları sürdürüyor. Bu düşünürler “un grand récit” yerine, tarihsel anekdot, gerçek insanlara dair ayrıntılı ve anlamlı bir anlatı, yani “une petite historie” kuruyorlar.
Bauman’ın teorilerindeki tarihsel zaman doğrusal değil puantisttir. Bauman’ın tarihini dünyanın büyükleri değil küçük insanları oluşturur. Büyük düşünürlerin değil, küçük insanın kenarlara atılmasının tarihidir bu. Bauman kesinlikle modernitenin kahramanlarına değil kaybedenlerine sempati besler. Onların adlarını asla bilmeyeceğiz. Onlar Pier Paolo Pasolini’nin St Matthew’e Göre İncil ve Decameron gibi filmlerinde gördüğümüz (reklamlar, kendini pazarlama, kitlesel tüketim, kendini pohpohloma ve bir metaya dönüşmeden muaf olan) büyüleyici derece bireysel ve ifadeli yüzlere sahip amatör oyuncular gibidirler.
Bunlar modern ekonomik yapının (isterseniz buna kapitalizm diyelim) öncülerinin, les entreprenurs’ün, erken modern sanatın dahilerinin değil kazığa bağlanıp yakılan ve Carlo Ginzburg’un Peynir ve Kurtlar: Bir 16. Yüzyıl Değirmencisinin Kozmosu’nda karşımıza çıkan ‘heretik’ Menocchio gibi insanların yaşam öyküleridir. Tarih dramının bu ikincil ve meskut oyuncuları bizim kendi kaygı, müphemlik, belirsizlik ve güvensizlik biçimlerimize öz ve şekil kazandırıyor.
Kısaltarak çeviren: Ahmet Ergenç
Kaynak: Moral Blindness: The Loss of Sensitivity in Liquid Modernity