Zaman zaman kullanışlı olan klişelere yaslanmak gerekirse, bir ‘‘çınar’’ı daha kaybettik. İran’da henüz devrilmemiş olan Şah’ın döneminde, 1970’te ortaya çıkan İran Yeni Sineması (cinema motefavet) akımı içerisinde yer almış ve sonraki yıllar boyunca sinemasal üretimini devam ettirmiş Abbas Kiarostami 4 Temmuz’da hayata veda etti. Bize de ardından, Kiarostami’nin görsel külliyatına dair bir çift söz etmek düşer.
Fars dilinde ilk filmin (“Tufane Zendegi” / “Yaşam Kasırgası” – Muhammed Ali Daryabegi) 1947’de çekildiği İran’da, sinemanın on yıllardır karşılaştığı badireleri tahmin etmek zor değil. Ne Şah’ın hükmettiği 1970’ler İran ülkesinde, binbir koşulla, devlet televizyonu ve Kültür Bakanlığı tarafından desteklenen sinema, ne de 1979’daki rejim değişikliğiyle ‘‘uygarlığın kazanımlarından birisi’’ olarak Humeyni’nin tariflediği sinema, özgür olmadı. İktidarın direnişle çarpıştığı en kritik cephelerden biri olarak sembolizm, İran Sineması’nın karakteri oldu desek haddimizi aşmış olmayız. Nitekim, hem İran Yeni Sineması yönetmenlerinden Parviz Kimiavi, Sohrab Şahid-Saless ve Behram Beyzai’nin filmlerinden, hem de daha yakın dönemden Samira Makhmalbaf, Jafar Panahi ve Asghar Farhadi’nin filmlerinden, İran’ın toplumsal meselelerine sinemasal yaklaşımın son derece dolayımlı olduğunu hissetmek mümkündür.
Korkunç devlet baskısı ve kusursuz sansür mekanizması içinden gören göze, tanıyan bedene seslenen Kiarostami filmleri, izleyicisine, ele aldığı politik ve felsefi soruları, görsel ifadesi basit düzlemlerde sorar. Örneğin “The Wind Will Carry Us” (1999), Kürtleri ve Doğu Kürdistan’ı sinemasal temsile taşımasıyla haklı bir radikalizm vakası olmakla beraber, hikayesel anlamda Rojhilat’a (İran Kürdistan’ı) ilişkin doğrudan tek kelime etmez. Sessizliğin, rüzgarın, tecridin hakim olduğu uzun sekanslarda izlediğimiz coğrafyanın adını neon ışıklarla yazmaz; onun yerine, filmografisinin bütününde karşılaştığımız teknik tercihleri ve insan diyalogları üzerinden örtük bir sorgulamaya girişir. ‘‘Neredeyiz?’’ diye sormaya çağırır; verili bilginin erişmediği, Tahran, Tebriz, Isfahan olmayan bir köye çağırır. Bu yönüyle, kuşkusuz, “A Time for Drunken Horses” (Sarhoş Atlar Zamanı, 2000) ve “Turtles Can Fly” (Kamplumbağalar da Uçar, 2004) filmleriyle Kürt Sineması kavramsallaştırmasını – Yılmaz Güney’den sonra- mümkün kılan İranlı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi’den ayrılır.

Gösterime girdiği 1997 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan Kiarostami filmi, “Taste of Cherry” (Kirazın Tadı) aynı anda etik, politik, felsefi ve sınıfsal metniyle dikkat çekmişti. Sosyolojiyi, geç 19. yüzyılda, sahası ve sınırları belli bir toplum-bilimsel disiplin olarak kabul ettirmiş araştırmacılardan Durkheim’dan beri ‘‘intihar’’ meselesine bu denli incelikli yaklaşılmışmıydı, emin değilim. Pek tabii mevzu bahis yazın birikimi değil, sinema alanı olduğunda. Bu filmde Kiarostami, intiharı, orta sınıf entelektüel İranlı bir adam nezdinde sınıfsallaştırmış, kişinin yaşamaya ilişkin reddini, toplumsal eksenlerin kesiştiği bir merkezde ele almıştır. Bu merkez ise kör bir noktadan ibarettir. Öyle ki, filmin belkemiğini oluşturan ölüm kararının nedeni hakkında izleyici beklentisini boşa çıkaran hikaye, göçmen işçiler, dini öğretilerin alt sınıflarca alımlanma şekilleri ve filmsel alanı kuran toz toprak, cansız ve çorak arazi çekimleriyle İran’ın sosyopolitiği hakkında konuşur. Kültür ve özelde sinema eleştirmenlerinin dikkatini çeken, filmi Kiarostami tarihinde ‘‘başyapıt’’ payesine ulaştıran da, ‘‘yokolmayı seçebilmek’’ diyebileceğimiz konunun bağlamını aşmasındaki beceridir bana kalırsa.
1970’lerden itibaren yaklaşık kırk yıl boyunca kurmaca ve belgesel türlerinde film yapmış olan Kiarostami, ülkesinin sürgün geleneğinden azade kalmayı başarmıştır. Tarkovsky ile anlam ikilisi haline gelmiş olan ‘‘şiirsel sinema’’ deyimi, Kiarostami sinemasını tariflemek için de son derece yerinde bir kısayol olacaktır; zira, uzun planları, spritüel atmosferi ve özel alan ile kamusal alanın iç içe geçtiği diyaloglarıyla Kiarostami filmleri, etrafında dolaştığı reel-politik meseleleri tarihüstü bir insanlık anlayışıyla sorgulamaya açar. Bu anlamda, filmlerinin, dayatmacı olmayan, fakat duyarlı ve kaygılı bir üsluba sahip olduğunu öne sürmek mümkün.
Sadeliğin ve derinliğin yönetmeni Abbas Kiarostami’yi özleyeceğiz.