Salgın Kayıtları II: Rahmi Öğdül

Doğal felaket olarak yaşadığımız şey, bizi doğadan, birbirimizden ayıran duvarların yıkılmasıdır.

1. Bu salgın hayatınızı nasıl etkiledi, radikal bir kırılma yaşadınız mı? ‘Eskisi gibi olmayan’ şeyler var mı?

O çok güvendiğimiz görme duyumuz bir kez daha yanılttı bizi. Göremediğimiz, ama tüm nesnelere bulaşmış, pusuya yatmış viral gerçeklikle karşılaştığımızda, mevcut şeyler düzeninin aynı kalması mümkün değildi elbette. Gerçeği görünürlük alanına hapseden ve görünür gerçekliğin temsillerini üreten bir kültürde, görünmeyen ve temsil edilmeyen bir gerçeklikle karşılaşmanın nasıl yıkıcı olabileceğini kestirebilirsiniz. Ve virüs bize bir şey bulaştırdıysa, o da bir zamanlar psikolojik rahatsızlık olarak tanımlanan obsesif kompulsif bozukluğun takıntılı davranışıdır. Sık sık ellerimi yıkama zorunluluğu hissediyorum. Dışarısı ile içerisi arasındaki ayrım, hiç bu denli keskin olmamıştı. Bu temizlik takıntısıyla birlikte en tanıdık nesneler yabancılaştı. Freud’un tekinsiz kavramı (unheimlich), tanıdığımız, ama bastırdığımız ya da dolapların içine tıktığımız şeylerle umulmadık karşılaşmalar olarak tanımlanıyor; tanıdık yabancılar. Bu kez yaşadığımız, aşırı aşina nesnelerin yabancı tanıdıklara dönüşmesi. Yabancı tanıdıkları bastıramıyoruz. Ve mecburen evin temel ritmini, dışarıdan gelen tanıdık ama yabancılaşmış nesneleri evcilleştirme ritüelleri belirliyor.

2. Evde kalınan bu durumda, evinizle, ev dediğiniz yerle ve evin dışıyla alakanız değişti mi?

Borges’in birebir ölçekli İmparatorluk haritası gibi, bir zamanlar kentleri ve dünyayı kaplayan kozmosumuz viral pandemiyle birlikte eve sığacak kadar küçüldü. Evin fiziksel mekânında, kozmosumuzu ele geçirmeye çalışan, görünmez kaotik kuvvetlere karşı savunurken bulduk kendimizi. Ve sınırların ne denli önemli olduğunu öğrendik. Kapı eşiği mesela; tekinsiz merdiven boşluğu ile kozmosu ayıran hayati çizgi. Eşiğin ötesinde uzanan dışarısı, bir zamanlar kendimizi güvende hissettiğimiz, evlerimizin uzantıları olan kamusal mekânlar, şimdi çok tedirgin edici. Zorunlu olarak dışarı çıksam da geçirdiğim süreyi olabildiğince kısa tutuyorum. Çünkü evden dışarı çıkmak, bir tür korunaklı kabuğundan çıkma deneyimi yaşatıyor. Durumumuz, kabuk değiştirirken bir ara kabuksuz, çırılçıplak kalan keşiş yengeçlerinin tedirginliğini andırıyor. Hayatı kabuğumuzun içine sığdırdık ama gönül kalıba sığmayı değil, taşmayı, açık havada dolaşmayı istiyor. Ve dışarı çıkıp dolaşacağımız en güvenli alanları, akıllı telefonların ve bilgisayarların içine yerleştirmişler. Evin bire bir ölçekli ve tekrarlardan oluşan haritasından, yolları durmadan çatallanan internet bahçesine çıktığımızda, sağlığımızı korumak için önerilen sosyal mesafeye de gerek duymuyoruz. Sosyal mesafe bedenli varlıklar içindir. Pandemi ortamında bedenini bir yük olarak duyumsayanlar, internet bahçesinde bedensizleştikçe yüklerinden de kurtuluyor. İnternet bahçesi, bedensiz varoluşun yeri, adeta cennet bahçesi. Alışmaktan korkuyorum.

3. Kendi alanınızda (edebiyat, sinema, müzik, tiyatro, politika, çağdaş sanat, felsefe, sosyoloji, gazetecilik vesaire…) nasıl bir değişim oldu? Teoride ve pratikte?

Alıştığımız, aşina olduğumuz gerçekliğin, doğal bir fenomen tarafından alaşağı edilmesi, önce pratikte, hayatın temel ritimlerinde gösterdi kendini. Yaşam bir alışkanlığa, hiç düşünülmeden yapılan otomatik jestlere indirgenmişken, birden yaşamın ne kadar kırılgan olduğunu, hayatta kalmanın bir ip cambazlığı meselesi olduğunu anladık. Yaşamak özenle gerçekleştirilmesi ve ciddiye alınması gereken bir eylem. Alışkanlıklarımız ya da ritimlerimiz bozulduğunda, onların yerine ne koyduk? Değişen toplumsal dinamikleri anlamak için Lefebvre’nin önerdiği ritimanaliz yöntemiyle eve sığdırılmış hayatın ritimlerine bakmak lazım. İlk bakışta ev yaşamının temel ritmi dışarıdan gelen, bir zamanlar aşina olduğumuz, ama şimdi yabanileşen nesneleri evcilleştirme ritüellerinden oluşuyor. Bu yeni bir şey değil; ev ile dışarısı arasında kurulan karşıtlığın en temel refleksi. Dışarıdan gelen yabancı bedenler bizi her zaman tedirgin etmiştir. Yabancı düşmanlığının nasıl berbat bir şey olduğunu tarihin kanlı sayfaları kaydetmiştir. Şimdilik nesnelere yönelttiğimiz bu düşmanlığın, çok geçmeden ötekilere, etnik, cinsel, düşünsel nitelikleri bakımından farklı olanlara çevrileceğinden korkuyorum. Ve iktidar söylemi bu düşmanlığı üretmeye başladı bile. Oysa dışarısı, evin tutarlılığını tehlikeye atan, huzurumuzu bozan, bizi sarsıp arayışa sürükleyen ve dolayısıyla düşünmek zorunda bırakan bir şeyin belirdiği yerdir. Yeni bir fikrin ortaya çıkışını mümkün kılan; huzurlu, rehavete kapıldığımız bir ortam değil, aksine dışarıdan gelen ve alışkın olduğumuz kalıpları kıran bir şeyle karşılaşmamızdır. Bu açıdan baktığınızda virüs tam da böyle bir karşılaşmayı sağlıyor.

Teorideki radikal değişimin, hayatı olumsuzlayan reaktif bir yaşam biçiminden, hayatı olumlayan aktif bir yaşam biçimine geçiş yönünde olmasını bekliyorum. Bir yaşam taktiği olarak viral gerçekliğin olumlanması. Her türlü yakalama aygıtından kaçan bir direniş olarak viral mevcudiyet. Cansız ile canlı arasındaki bir geçiş formu olarak virüsü, kimliklendirmeye ve dolayısıyla aşısını ve ilacını üretmeye, onu bastırmaya çalıştığınızda, o çoktan mutasyon geçirmiş oluyor ve bambaşka bir genetik kompozisyonla, kimlikle karşımıza çıkabiliyor. Ele geçmeyen, kabına, kalıbına sığmayan hayatın kuvveti. Bir yaşama taktiği olarak hayatın bu yalın formundan öğrenmemiz gereken çok şey var. Aksi takdirde, büründüğümüz kimlikli formlarla, çok geçmeden hayatın düşmanına dönüşüyoruz çünkü bizim formumuz iktidar söylemleri tarafından üretiliyor.

4. Yakın gelecekle ilgili ne düşünüyorsunuz, bu salgın gelecekte bir ciddi değişime yol açar mı? İnsanların yaşayış ve düşünüş şeklinde bir değişim olur mu?

Geleceği, Godot’yu bekler gibi bekleyemezsiniz. Gelecek şimdi ve burada kuruluyor; gelecek, gelecekten gelmeyecek; geçmişin içine kıvrılmış gizil güçlerin şimdi ve burada edimselleşmesi ile beliriyor. İktidar, içinde yaşadığımız viral altüst oluş dönemini her zaman yaptığı gibi darbe koşullarına çevirerek, geleceğimizi şimdi ve burada belirlemek, hayatın dinamikleriyle ortaya çıkabilecek ve çıkmasıyla birlikte mevcut şeyler düzenini değiştirecek olan yeni formları bastırmak istiyor. Virüs, yer ile, toprak ile bağlantısı kesilmiş, içinde bulunduğu coğrafyadan soyutlanmış temsili mekânlarda sahnelenen temsilleri bozdu. Doğa, sahnelenen oyunlarda kullanılan bir dekor olarak algılanırken, şimdi oyunun kurallarını belirliyor. Doğanın zihinlerdeki temsili varoluşu, yaşadığımız viral devrim tarafından yerinden edildi; yeni formların, yaşam biçimlerinin ortaya çıkacağı koşullar hazır. Küresel neoliberal akışların hem bedenlerimiz hem de yeryüzünün bedeni açısından ne kadar sağlıksız olduğunu anladık. Ve bedenlerimize geri çekilsek de, en yerel olandan, tek tek bedenlerden başlayarak doğa ile bağlantılı toplumsal bir beden inşa edebiliriz. Mahallelerde inşa edilen dayanışma ağlarıyla, seyirlik doğa temsilleri olan kentlerdeki park ve bahçeleri yerel ihtiyaçları karşılayacak tarım alanlarına dönüşebiliriz mesela. Ekolojik bir devrimi en yerelden başlatabiliriz.  Kriz anı sadece iktidar için değil, bizim için de fırsatlar içeriyor.

5. Anlatmak istediğiniz bir salgın anısı ya da rüyası var mı?

Üniversite açıkken, ne zaman tuvalete girsem, onu lavaboda ellerini yıkarken görüyordum. Durumunu açıklama gerekliliği hissetmiş, psikolojik destek aldığını, takıntılarını azaltsa da el yıkama takıntısından bir türlü kurtulamadığını söylemişti. Korona salgını nedeniyle okulların tatil edilmesinden önceki son Cuma günü lavaboda karşılaştığımızda, “siz haklı çıktınız” dedim. Gülümsedi. Normun yaşamı biçimlendirdiği, normdan sapanların patalojikleştirildiği bir toplumda doğal felaketler yaşandığında, norm değil, norm dışı olan işe yarıyor. Çünkü hayat dayatılan normların ve formların dışında deli gibi akıyor. Her ne kadar travma olarak yaşasak da, hayatın deli akışını felaket anlarında duyumsuyoruz. Doğal felaket olarak yaşadığımız şey, bizi doğadan, birbirimizden ayıran duvarların yıkılmasıdır.

6. Bu salgın zamanlarının size hatırlattığı ya da size eşlik eden kitap, film ya da müzikleri sorsak?

Tarkovski’nin ‘Nostalgia’ (1983) filmindeki bir sahnede hayatın deli akışını duyumsayan, daha doğrusu akışın içinden konuşan bir delinin haykırışlarına kulak vermenizi öneriyorum. Ne diyordu? “Hem aklımdan hem bedenimden aynı anda ayrılamam. Bu yüzden tek kişi olamıyorum. Kendimi aynı anda sayısız şey olarak hissedebiliyorum.” Doğanın çokluğunu, akışını hissedebilmek delirmekse, hep birlikte delirmemizi öneriyorum. Van Gogh’un dediği gibi, “Normallik, asfalt yol gibidir; lakin tek bir çiçek açmaz üzerinde.” Asfalt yol çatladı; bu çatlak, doğanın çokluğuna, akışına açılan bir kapı bizi davet ediyor.

Yazı görseli:

Erinç Seymen, Konfor Alanı A 

Sanatçı ve Zilberman’ın izniyle