Uzun geçmişi içinde Osmanlı İmparatorluğu’nda hemen her konuda şiir yazıldı ve söylendi: Allah, peygamber ve İslam dini büyüklerine yazılan şiirlerden, padişahın tahta çıkışı, sefere gitmesi, atlarının haşmetine; mevsim değişimleri, bayramlar, kutlamalar gibi özel günlerden zengin konakları, mezar taşları, çeşme kitabelerine; ölen sultanlar, şehzadeler, vezirler ve bazen de şair kedilerinden; içkiye meze yapmak için söylenen gazeller ve rubailere; bir mevkii elde edebilmek ya da bir hāmiye kapılanabilmek için yazılan şiirlerden hikâye anlatmak için yazılan şiirlere devasa bir mecra. Listeyi daha da uzatmak mümkün. Velhasıl, Osmanlı’nın şiir dünyası Alaaddin’in Dükkānı gibiydi. Küfür, sövgü, hakaret ve pornografi içeren şiirler bu dükkanın vitrininde sergilen(e)mese de bir şekilde daima ısmarlanan metalarıydı.
Günümüzde Osmanlı şiirinin bu yönü, doğası gereği, pek bilinmez ya da bilinse de ondan söz edilmez. Neticede bu tarz konular kamusal alanda açıkça dillendirilemezler. Yoksa, edebiyat dersinde, bir sınıf dolusu öğrencinin karşısında Nevʿīzāde Atāyī’nin 2015 yılına kadar yayımlan(a)mamış hezliyâtında geçen aşağıdaki beyitini bir “hüsn-i talil” ve “istiare” örneği olarak veremeyeceğimizi söylemeye dahi gerek duymuyorum:
Muttaṣıl berf eriyip aḳmada āb-ı enhār
Bel ṣovuḳluġına uġradı meger kim kühsār
(Kar sürekli eriyip nehirler gibi akmada; sanki dağbaşı bel soğukluğu olmuş)
Ancak kültür tarihimiz ve özellikle edebiyat tarihimiz açısından geleneğimizde gürül gürül akan bir hezliyât külliyatı olduğunu da unutmamak gerek. Ancak, unutuluyor ya da görmezden geliniyor. Bu şiirler yokmuş gibi yapılıp divan şiiri ve şairi buna göre yorumlanınca ortaya eksik bir tanım koyulmuş oluyor.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Osmanlı edebiyatını karalamaya yönelik devlet politikasını bir kenara koyacak olursak, Türkiye’de yarım asırdan fazladır Osmanlı edebiyatı diğer ideolojilere sahip gruplara nazaran dindar-milliyetçi bir muhafazakar çevrenin “sahip çıktığı”, çalıştığı bir alan olarak var oldu. Mesele elbette onun kimler tarafından çalışıldığı değil. Burada sorun, o grubun Osmanlı edebiyatını kendi dünya görüşleri doğrultusunda tanımlar ve aktarırken, Osmanlı şiirinin kendi görüşlerine uymayan yanlarını dışarıda bırakmaları, yokmuş gibi davranmaları ve zaman zaman da yazılanın aksini ispatlamaya girişmeleri.[1]
Biraz abartı olsa da, divan şiiri denince aklımıza kolayca Hababam Sınıfı’nın Zühdü Hoca’nın gelmesi tesadüf değil. Çünkü Zühdü Hoca, aslında devletin kültür politikaları tornasından çıkan bir mahsulün stereotipi. O Zühdü Hoca bugün, tüm o iki boyutluluğunun ötesinde kanlı, canlı, maaşlı ve unvanlı olarak üniversite kürsüsünde Bākī’nin “hoş bir sadası”nı okur, televizyonda āyet açıklar, Ramazan’da bir camiin avlusunda ekrana yansıtılan “hızlı açan gül” eşliğinde, buğulu sesiyle Osmanlıların güzel ahlakından bahseder ve sonunda ortaya laboratuvar şartlarında üretilmiş ideal bir ecdad miti peydah eder.
Divan şairi de tüm bu mitleştirme sürecinde o rengarenk kişiliğini kaybeder, bir başka stereotipe dönüşür: ilahi aşk, sevgi, güzellik, acı, hasret, övgü şiirleri yazan, her daim itidalli, mutedil olmadığı düşünüldüğünde ise “tasavvufa meylettiği için öyle gözüktüğü” söylenen, Türk-İslam ahlakının dar kuralları içine hapsedilmiş tek yönlü bir tip. Örneğin Osmanlı şiirinin en yaygın türü olan gazeli merkeze alalım ve onun nasıl tanımlandığını düşünelim. Gazel için, “aşk, güzellik gibi konularda kadınlara söylenen lirik şiir” gibi bir tanım yapılagelmiştir. Bu tanım kendi içinde masum gözükse de, cümleye bu şekilde nokta konduğu an, tanımın kapsamına girenler dışında kalan devasa bir gazel külliyatı yok sayılmış oluyor. Aşk, gazel türü için başat bir tema olsa da, aşktan başka birçok konuda gazel yazılmıştır. Kaldı ki, aşk gazelinin meşhur klişeleri dahi, Osmanlı şairi tarafından yeri geldiğinde alaşağı edilebiliyordu: Atāyī’nin,
Kīr-i bī-çāreden oldı şu ḳadar rū-gerdān
Yaġlanup götine girse yine baḳmaz cānān
(Sevgili, bī-çāre sikten öyle yüz çevirdi ki; yağlanıp götüne girse yine bakmaz)
beyiti, sevgilinin aşığa yüz vermeme, ona bir kez bile olsun yüzünü çevirmeme klişesinin bir parodisidir. Tüm bunları bir kenara koyup gazelin tanımını sadece aşk bağlamında ele alsak dahi erkeklerin erkek aşıklarına, oğlanlara yazdığı ya da sayıları çok olmasa da varlıklarını tartışamayacağımız kadın divan şairlerinin aşıklarına yazdıkları gazelleri görmezden gelerek bu tanımı yapabilir miyiz? Zühdü Hoca, Fatih Sultan Mehmed’in veziri de olan Ahmed Paşa’nın, hamamda gördüğü sevgilisi Bostancıoğlu’na “ne kadar pīr isem ol taze cüvānı severim” diye yazdığı dizeyi tasavvufī boyutlarıyla yorumlamaya önümüzdeki yıllarda da devam ededursun, biz odağımıza geri dönelim.
“Osmanlı şairi” diye nitelediğimiz şey bir stereotipin kalıpları içine hapsedilmeyecek kadar büyük bir kavram. Elbette, onun içinde yukarıda anılan mutedil tip de var, ancak divan şairi ve şiiri, doğası gereği, tek bir tiple tanımlanamayacak kadar çeşitli. Örneğin şairler arasında dindar, mutaassıp, lādīnī, eşcinsel, biseksüel, heteroseksüel vs. gibi birçok farklı kimlik var. Hatta öyle ki, bu tek yönlü tanımların ötesinde, bugün bizim modern kavramlarımızla tanımlamakta zorlanacaklarımız bile var: dindar ve biseksüel ya da dindar ve alkolik gibi. Türk-İslam toplumlarında kişinin dinle arasındaki ilişki sandığımız kadar “kitabına uygun” değildi; en azından bu duruma örnek teşkil eden birçok vaka ile karşı karşıyayız. Örneğin Bābur Şah’ın hatıratı, Bāburnāme‘yi düşünelim: metnin birçok yerinde günler boyu süren içki sofralarının detaylı anlatımları yer alır. İlginç olansa, Bābur’un bazen içki alemlerinde, içmeye kısa bir ara verip namaz kılması sonra da kaldığı yerden devam etmesidir. Elbette yukarıda da söylediğim gibi bu her bireyde aynı şekilde değildi; sonuçta bu yazının da niyeti, bu çeşitliliğe vurgu yapmaktır. Nevʿīzāde Atāyī’den devam edelim. Şairin,
Tekye-i kūnuña ḫıdmetde görüp taḳsīrüm
Bilüp eksikligini ḳapuya geldi kīrüm
(Götünün tekkesine hizmette kusurumu görünce; sikim, hatasını bilerek kapıya geldi.)
beyiti, şairin kimliği ile inancı arasına koyduğu mesafeyi göstermesi açısından çarpıcıdır. Bir tekkenin hizmetini görmek, o tekkeye kapılanmak gibi bilindik bir pratik Atāyī’nin yukarıdaki beyitinde, anal seks benzetmesi olarak kullanılıyor. Peki, bu beyit metinde taşıdığı anlam dışında, şairinin kişiliğine dair bize ne söyler? Nevʿīzāde Atāyī, saray ile ilişkisi güçlü bir aileden gelen, yönetici sınıf mensubu bir şair ve aynı zamanda Aziz Mahmud Hüdāī’nin kurucusu olduğu Celvetī Tarikati’nin de samimī bir üyesidir. Öyle ki, kurucu şeyh öldüğünde onun mezar kitabesini dahi Nevʿīzāde’nin kaleme aldığı söylenir. Tüm bunlar dahi Nevʿīzāde’nin mensubu olduğu dīnī inanç ve onun pratiklerinin küfürlü bir espri konusu yapılmasına engel olmamıştır. Yukarıda bahsettiğim zenginliklerden biri de budur. Kuşkusuz Nevʿīzāde Atāyī’nin karakterinde diğer şeylerin yanında İslam ahlakının güçlü bir yeri vardı; öyle ki hamsesinde dönemin imparatorluk hayatının aksak gördüğü yönlerini eleştirirken dayanak noktalarından biri buydu. Ancak onun dinle arasındaki bağ donuk, korkuya dayalı değil; gerektiğinde ona da esprili yaklaşabileceği bir nitelik taşıyordu. İşte bu nitelik, bugün bizim göremediğimiz, ya da önemsemediğimiz bir çeşitliliğin geçmişteki varlığına işaret ediyor. Bu da bize Osmanlı şiirinin esneme kabiliyetinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Ne yazık ki bu, geçmişten bize kalan ancak reddettiğimiz bir miras. Reddetmediğimizi düşünüyorsanız, aşağıda minare ve kubbenin cinsel organlara teşbih edilmesinden yola çıkılarak yazılmış iki beyiti kamuya açık bir yerde şerh etmeyi deneyin:
Ḳubbeden al menāreye ḫarc it
Eyle dāʾim ṣafā-yı bezm-i şarāb
Ṣanma bāḳī bu demleri ki olur
Öñi maʿmūr olanuñ ardı ḫarāb
Ne kadar tanıyoruz Osmanlı şairini? O koca kavramı tam anlamıyla hiçbir zaman tanıyamayacağız, çünkü onları elimizde olan kısıtlı bir materyal üzerinden tanımaya, anlamaya çalışıyoruz. Ancak şu bir gerçek ki, onların mitleştirilmeyecek derecede çok yönlü, canlı, tek bir tanıma sığmayacak insanlar olduğunu unutmamak iyi bir mahrek oluşturacaktır. Onlar, bir imparatorluğun tebaasıydı; bir arada yaşama konusunda bizim modern teori ve pratiklerimizden haberdar değillerdi ancak birbirine yakın veya uzak, o insan çeşitliliğinin içinde yaşıyorlardı. Elbette şairler ve şiir de bu çeşitliliği olabildiğince yansıtıyordu. Bu tarz şiirler “iğrenç”, “sapıkça”, “kaba”, “sanat dışı” bulunup bir köşede bırakıldı ve bırakılmaya devam edecek; hatta gelecekte de Osmanlı şairinin kimliğini kendi dar kalıpları içerisinde tanımlamaya çalışanlar olacaktır. Ama Nevʿīzāde Atāyī’nin de dediği gibi:
Söz açsam ʿışḳ-ı dil-berden günāha meyl ider dirsün
Sen iy ṣūfī bir aḥmaḳsun sözi götinden añlarsun
(Aşktan söz açsam bana “günaha meyleder” dersin; ey sūfī sen bir ahmaksın, sözü götünden anlarsın)
KAYNAKLAR
Ahmet Paşa. Divan. Haz. Ali Nihat Tarlan. Ankara: Akçağ Yayınları, 1992.
Andrews, Walter, v.d.. Age of Beloveds. Duke University Press, 2006.
Donuk, Suat. “Nevʿīzāde Atāyī’nin Hezliyāt’ı”. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi. c.8.s.39, 2015.
İpekten, Haluk. “Atāyī, Nevʿīzāde”. İslam Ansk. TDV. Yay., c.4, 1991.
Kortantamer, Tunca. Nevʿīzāde Atāyī ve Hamse’si. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1997.
Kuru, Selim Sırrı. “Gazelde Sevgilinin Cinsiyetlendirilmesi Açısından Erkek İsimli Redifler”. Kitaplık. s. 107, İstanbul: YKY, 2007.
[1] Özellikle cinsellik ve içki konusunda yazılanlar bu konuda başı çekiyor. Şiirlerde geçen bu unsurlar genelde tasavvufī açıdan yorumlanmaya çalışılıyor. Burada da yine eklemek gerek ki, elbette bu şiirlerin hepsini tasavvufī çağrışımıyla yorumlamak ne kadar yanlışsa, tam tersi de geçerlidir. Edebiyat tarihçisinin işi, işine geldiği gibi şiiri anlamlandırmak değil, onu bağlamına göre yorumlamak olmalı.