‘En iyi 100 Listesi’nde Adorno veya Zararın Neresindeyiz?

Yaşasaydı “En Önemli 100 Çeviri” listesinde kendi eserinin adını görmekten muhtemelen büyük bir esef duyacak Adorno’nun söz konusu listede bulunması ya da ‘bulunabilmesi’ bile bize ‘bir şey’ anlatmamalı mı? En azından Adorno okurken okuduğumuzu anlayıp anlamadığımızı, farkında olmadan tam da Adorno’nun eleştirisini yaptığı konuma/konumsuzluğa kendimizi düşürüp düşürmediğimizi sorgulatmamalı mı?

Notos’un 2017 Şubat sayısında Theodor Adorno’nun Minima Moralia’sı “En Önemli 100 Çeviri” listesine başarılı bir giriş yaptı! Kimilerimiz bu türden listeleri her halükârda maddi zorluk yaşayan edebiyat dergilerinin tiraj arttırmasına fayda sağlayan, ‘yeni, genç ve tecrübesiz’ okura edebiyat okumaları çerçevesinde iddiasız bir yol haritası çizen (hoş bu listeyi referans alırsak genç ve tecrübesiz okurun, örneğin felsefe okumalarına, Platon ile başlayıp Wittgenstein ile devam etmesi gerekiyor)  masumane, eğlenceli ve bir o kadar da zararsız araçlar olarak görme eğiliminde olabiliriz. Bu bakış açısına katılmadığım için böyle bir yazı kaleme aldığım aşikâr olsa gerek.

Minima Moralia’nın yanı sıra “Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma,” “Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış,” “Kültür ve Yönetim” gibi makaleler de kaleme almış, Horkheimer ile birlikte Aydınlanmanın Diyalektiği’ni yazmış, dolayısıyla da yaşasaydı “En Önemli 100 Çeviri” listesinde kendi eserinin adını görmekten muhtemelen büyük bir esef duyacak Adorno’nun söz konusu listede bulunması ya da ‘bulunabilmesi’ bile bize ‘bir şey’ anlatmamalı mı? Veya en azından Adorno okurken okuduğumuzu anlayıp anlamadığımızı, farkında olmadan tam da Adorno’nun eleştirisini yaptığı konuma/konumsuzluğa kendimizi düşürüp düşürmediğimizi sorgulatmamalı mı?

Edebiyat ile iştigâl eden ve tarihin bu anında, bu ‘gününde’ Türkiye edebiyatına az çok katkı sunan, bir dönüşüm ya da direniş olasılığı olmasıyla edebiyatın içinde, edebiyatla birlikte devinen varlıklar olarak kendimize yönelteceğimiz eleştirel soruların zarardan ziyade fayda getireceği açık değil mi?

Yönlendirdiğim sorular örtük ya da açık hiçbir yargı barındırmıyor. Niyetim ortaya birkaç soru bırakmaktan ibaret. Hem makro hem de mikro politik deneyimlerimiz sonucunda geldiğimiz, içinden geçtiğimiz tarihin şu noktasında kendi özne konumumuz da dahil olmak üzere içinde bulunduğumuz, maruz kaldığımız ve kendi kendimizi maruz bıraktığımız durumun vehameti çoğumuzun üstüne tüm boğuculuğu ile öyle bir çöküyor ki, bu sıkışmışlığın, ufuk kaybının sonucunda, bunu arzu etmesek de biraz kinik, biraz bıkkın çıkabiliyor sesimiz. Benim de bu kısa yazıda dilim ara sıra sertleşir ya da alaycı bir ton alırsa şimdiden affınıza sığınmak istiyorum.

Çoğumuzun bildiği gibi insan kendi insanlık deneyimine, kendini gerçekleştirme pratik ve çabasına, bu yolculukta düşe kalka ilerlerken hem kendisinin hem de diğerlerinin ‘varoluşsal saygınlığını’ devamlı kılabilmek adına başvurduğu oyunlara içkin trajediyi tüm boyutları ile kavradığında, bu dayanılmaz epifani derin, acılı, barbarvari bir kahkahaya neden oluyor. (Hepimizin başına yaşamın farklı anlarında gelmiş ve geliyordur bu hayati ifşa. Bundan hiç şüphem yok.) Edebiyatın içinden devam eden bu yolculukta kendimizi edebi birer özne olarak konumlandırdığımız anda mükellefi olduğumuz bir diğer sorumluluk da kendi karanlığımıza, makro politiğin içinde ve gölgesi altında işlettiğimiz mikro politiğin dinamiklerine, iktidar ve tahakküm biçimleri ile nasıl ilişkilendiğimize, içselleştirdiğimiz hiyerarşilere, içimizdeki ‘küçük’ faşiste, Arendt’i de yad ederek ‘kötülüğün banalliğini’ ne ölçüde yeniden- ürettiğimize ve tüm bunları sorgulamanın bize bir özgürleşme ya da dönüşüm olasılığı sunup sunmadığına bakmak lazım geliyor. Kurnaz anlamında değil, hakikâtliliğe bir önem atfederek ‘uyanık’ kalmak sözünü ettiğim. Yoksa yazıp çizdiklerimizde kendiliğindenlik ya da organik bir nüve de aramaya gerek kalmaz diye düşünüyorum. Ağırlayıp dururuz birbirimizi: ‘Okur’suz. Kendi aramızda.

Bu türde soruşturmaların barındırdığı sıkıntıların üzerinde durmadan önce söz konusu listeyi ve bu listenin meşruiyetini sağlamak için verildiği her halinden belli bir dizi açıklamayı anımsatmak isterim. Soruşturma sahibi şöyle diyor: “Düzenlediğimiz soruşturmalarda katılımcılarımızın bütününü bir ‘Seçici Kurul’ gibi görüyoruz. Soruşturmamıza katılan 279 kişinin adını (yanıt vermeyen ya da unutulanların kaç kişi olduğunu bilmediğimiz gibi unutulanların neden unutulduğuna dair dinamikleri de bilmiyoruz) alt alta saydığımızda, güvenilirliği, saygınlığı, inandırıcılığı [vurgu benim] kuşku götürmeyecek (soruşturma sorusunun gönderildiği kendimi de katarak: kime göre, neye göre?), daha önce bir arada görülmemiş (bununla ilgili veriyi nereden topladılar belirsiz) bir seçici listesi ortaya çıkıyor ki, onun da edebiyat kamuoyumuzun bugünkü eğilimini önemli ölçüde temsil ettiği söylenebilir. (kim söyleyebilir?)[1]” (s.23)

Söz konusu listenin kahramanlarından Adorno’nun metnine referans ile diyebiliriz ki soruşturmacının bu söylem aracılığı ile benimsediği retorik manevra, araçsallaştırılmış ‘rasyonel’ aklın sağlam ve sarsılmaz bir örneğidir. Kanımca gafil avlanmış, bir an boş bulunup yanıt vermiş, bu soruşturmaya içkin manipülasyonu, bu tür manipülasyonlara hemen her gün maruz kalmanın bıkkınlığı ile geçiştirivermiş, yanıtlayayım da gitsin demiş (bu oldukça muhtemel çünkü yanıtlamadıkça e-posta yeniden ve yeniden kutunuza düşüp duruyor) 279 kişiyi (a.k.a. edebiyat kamuoyu) kendi rızaları dışında edebi bir suç ortaklığına davet etmesi karşısında birilerinin sesi çıkar diye beklemeli miyiz? Yanıt vereyim: Hayır, beklememeliyiz. Biraz bıkkınlık, biraz ‘böyle gelmiş böyle gider’, biraz okları kendi üstüne çekmeme arzusu da devreye girmiş olabilir.

Kendi adıma ‘acaba ses çıkar mı’ merakıyla sosyal medyada bu tür listelerin araçsal akla nasıl hizmet ettiğini, kanonu kendi iktidar alanının devamlılığını sağlayacak biçimde yeniden ve yeniden şekillendirmekte, pazarda pay kapmakta nasıl bir rol oynadığını gösterecek yirmi dört saatlik bir performans bile gerçekleştirdim. Her vakit ses veren birkaç kişi dışında bir hareket olmadı.

Bunun nedeninin listeye girmiş Adorno’nun Minima Moralia’sında bulabiliriz. Bize neyin dayatıldığını, bu dayatma karşısında suskun kalmazsak başımıza ne geleceğini anlatması bakımından biraz aşağıdaki bölümün önemli olduğunu düşünüyorum. Şunu da eklemeden geçmeyeyim. Kimi düşünürlerin Adorno’yu elitist bir yaklaşım benimsemekle suçladıklarını göz önünde bulundurarak bu alıntıyı yapıyorum; çünkü kanımca burada ön planda olan Adorno’nun sözde elitizminden çok kaleme aldığı metinlerin varolan ortamın çürümüşlüğünü ve bu çürümüşlüğü yeniden üreten dinamikleri ortaya koymaktaki kuvvetidir. Hem Adorno, “En Önemli Yüz Çeviri Listesi”nde değil mi? Bu da bu durumdan rahatsızlık duyanlara cevap hakkı doğuruyor.

Türkiye edebiyat geleneğinde fazlasıyla mevcut olan ‘böyle gelmiş böyle gider’ zihniyetine ve bu zihniyetin ürettiği pazar kötücüllüğüne artık kimilerimizin tahammülünün kalmamış olması da bir diğer neden. Sanırım bu tahammülsüzlük biraz da  makro politiğin tahakküm biçimlerini ve iktidar ilişkilerini belirleyen; çoğumuzda türlü kaygı, endişe, rahatsızlık ve sıkıntının günden güne artmasına neden olan Kanun Hükmünde Kararnameler’den ihraçlara, OHAL’den Anayasa Değişikliği Referandumu’na deneyimleyegeldiğimiz türlü felaket ile ilişkilendirebilinir.

Bir süredir referandum sonucunda ortaya çıkabilecek % 51 evet % 49 hayır oyunu ya da tam tersinin temsiliyet, uzlaşma, ortak yaşam ve bu yaşamın ilkelerini belirleme çerçevesinde ve temsili demokrasinin sunduğu olasılıklar bağlamında neye takabül ettiğini tartışıp durmuyor muyız? Hatta kimilerimiz bıkkın bu tartışmalardan. Yeter artık, diyor, zaman kaybından şikayet ediyorlar. Gelin görün ki coğrafyanın hakikâti bu ise ve bu hakikâtin nasıl biçimlendiğinden, bugün geldiğimiz noktadan hepimiz sorumluysak bu zaman kaybına da tahammül etmemiz gerekiyor. Tıpkı edebiyatı edebiyat dışı bağlamlarında da tartışmaya tahammül etmemiz ve zaman ayırmamız gerektiği gibi.

Kendi köşemize çekilip ‘dünya yıkılsa üretmeye devam edeceğim,’ diyebileceğimiz günlerde değiliz. Edebi üretimimiz ile aramızdaki ilişki artık ancak bir ‘rağmen’ aracılığı ile kurulabilir ve ses çıkarmamız, bu şahitliğin bir noktasında bulunduğumuzu ifade etmemiz, konumlar üstü bir tavır benimseyecek noktayı çoktan geçtiğimizi fark etmemiz, yani bu yıkımın içinde entelektüel sorumluluğu diğer paydaşlar ile birlikte üstlenmemiz önem taşımıyorsa ne taşıyacak?

Tartışılması zaman kaybı gibi görülen her türden araçsal manevra yaşamımızı kuşatıyor. Eğer makro politiği tartışıyor, günümüz ve geleceğimiz için kaygı duyuyor, endişeleniyorsak 100’lük listeleri, 279 seçkin üyeyi de tartışmaya başlamalıyız. Ne de olsa bu dinamiklerin hepsi birbirini sinsice besliyor. Listeye girmiş eserinde şöyle diyor Adorno:

“En küçük toplulukta bile en alt basamaktaki üyedir düzeyi belirleyen. Sohbetlerde edeceğiniz sözü sadece bir kişinin anlamaması bile inceliksiz sayılmanıza yeter. Masada tek bir gayri insani sima olduğunda bile konuşmalar, insanlık adına en aşikar, en sıkıcı ve bayat konularla sınırlı tutulur. Dünya artık insanları dilsizleştirdiğine göre, kişiler de birbirleriyle konuşmadıkları sürece haklı konumda olacaklardır. Dilsizin hedefine ulaşması için kendi çıkarlarına ve doğasına sımsıkı bağlanması yeterlidir. Bizimle boşu boşuna temas arayan biri yalvaran hatta rica eden bir ton benimsediği anda bize karşı avantajsız konuma düşer. Düşünme ve konuşma her zaman yalın gerçeği aşar, oysa darboğazın tanıdığı en yüksek başvuru makamı çıplak olgudur; böylece zeka, safdillik haline gelir ve kalın kafalılar da su götürmez bir gerçek olarak hemen sarılırlar buna. Olumlu olana verilen genel onay, her şeyi aşağı çeken bir yerçekim kuvvetidir: Karşıt eğilimle hesaplaşmayı reddederek ondan üstün olduğunu gösterir. Aşağı çekilmeye yanaşmayan daha karmaşık kişilik, düşüncesizlere karşı son derece düşünceli davranmak zorundadır; ötekilerinse huzursuz bir vicdanla kıvranmalarına gerek yoktur artık. Evrensel bir ilke haline gelen düşünce aczi, dirimsel bir güç olarak geri dönüyordur.” (Minima Moralia, s.191)

Sanırım bu noktada konu biraz daha açıklık kazanıyor. Bu türde listelerin barındırdığı sıkıntıları ortaya koymak adına konuşan ‘ben’ (herhangi bir ben) ortaya koyduğu performans ile az ya da çok bir tehdit unsuru olarak belirir. Araçsallaştırılmış, bütünüyle pazarın dinamikleri içerisinde işlev gören, bu esnada da ‘saygınlık’ bahşederek onurlandırdığı diğer edebiyat öznelerini kendi rızaları dışında söylemine suç ortağı eden soruşturmacı akıl, dünyanın bugünkü düzeninde konunun nasıl evrileceğini bildiği için rahattır. Konuşan, direnen özne büyük ölçüde sükut suikastine uğrayacaktır. Ses çıkaran, sıkıntıyı dile getiren özne karşısında ‘suskunluk’ ise en iyi işleyen silahtır… ve evet, kelimeyi bilerek kullanıyorum ‘silahtır’. Her şeyden önce araçsallaştırılmış rasyonel aklın bu suskunluğu, ‘abartılmayacak ufacık bir olaydan büyük bir tantana çıkartmış bir kaçık’ izleniminin beslenmesine neden olur.  ‘Ne var ki canım bunda’dır alt metin. Söz konusu ‘ben’in bundan sağlam çıkabilmesi için çelik gibi sinirlere, alt metni okuyacak yaşam deneyimine, duygu ve düşüncelerini ayırabilecek nesnel mesafe kurma pratiğine vs. ihtiyacı vardır. Biraz da tüm bu nedenlerle ‘konuşan’ ya da ‘direnen’ ben ile aynı fikirde olanlar bile topa girmek istemez.

Bu yazıda başka bir yol da izleyebilirdim. Aydınlanma aklını olduğu gibi sizlere geri sunup bir soruşturma pratiğinin hangi nesnel ölçülere dayanması gerektiği üzerine uzun bir monoloğa girmek kolay olurdu. Ne de olsa Türkiye pratiğinde bizler halen ‘bilimsel’in ardına sığınarak sorgulanmaya muhtaç pek çok alana meşruiyet kazandırabiliyoruz. Eğer böyle bir yol izleyecek olsaydım herhangi bir araştırmada yanıtlayan sayısını belirleyebilmek için, yani örnek hacmi hesaplayabilmek için neler gerekiyor, diye sorardım. Bir araştırmada yanıtlayan sayısını, yani örnek hacmi olabildiğince sağlıklı bir biçimde belirleyebilmek için sağlanması gereken birkaç temel veri olduğunu söylerdim. Kaç yanıtlayana gereksinim duyduğunuzu hesaplarken popülasyon hacmi, hata ya da yanılma payı, güvenilirlik düzeyi ve yüzde değerini göz önünde bulundurmanız gerektiğine vurgu yapar, popülasyon hacmi temsil etmek istediğimiz toplam popülasyonun rakamsal değerine karşılık gelir der, bir de parantez açardım: (279 kişi+yanıtlamayanlar?) Hata payı ise bu ölçümü çevreleyen yanılma payının  ne kadar olabileceğine dair belirgin bir fikir verir, diye devam eder, yanıtlayan grubun fikir ve davranışlarının, araştırma nesnesi olan toplam nüfusun eğilimlerini yansıtmada ne oranda bir sapma gösterebileceğine işaret ettiği ve yanılma payı ne kadar az ise toplam nüfusun eğilimleri de o denli sağlıklı bir biçimde belirlendiğini söyleyerek konuyu noktalardım. En önemli 100 çeviriyi ‘ilan eden’ Notos’un bu zahmetlerin hiçbirine girmemiş olması da konuyu hemencecik kapanırdı. Zaten popüler bir edebiyat dergisinden bunları beklememeliyiz ya da popüler bir edebiyat dergisi nesnel araştırma gerektiren, çok önemli birçok çeviriyi dışarıda bırakması yöntemsizliği nedeniyle kaçınılmaz olan böyle bir işe girişmeyi kendine misyon edinmemeli diye düşünüyorum.

Bu polemiği sayfalarca uzatabilir, listeye giren Frankfurt okulu düşünürlerinden onlarca alıntı yapabilirim. Boş zamanlarımızda (çalışma zamanının uzantısı, içi boşalmış boş zaman) anlamsız listeleri mi okuyalım, diye sorabilirim. Ya da ‘En Önemli 100 Çeviri’ çevrilen eserin değerine mi yoksa iyi çeviriye mi işaret ediyor, belirsiz diyerek bu polemiğe bir başka boyut da ekleyebilirim. Bunların hiçbirini yapmayacak ve bu kısa yazıyı burada noktalayacağım. Kalanını entelektüel vicdanınıza bırakarak…

[1] Parantez içinde italik ile yazdığım kısımlar, kendi ifadelerim.