Emel Kaya ile İhtimalden Azade Olanın Peşine Düşmek

Kadının kendini sağaltmasının yolu, akla kadınsı bir alternatif geliştirmek ya da aklın kadınsılaştırılması değildir. Kadın, kendisine dayatılanlarla eril hafıza oluşturmayarak, oluşturulmasına âlet olmayarak ve o geniş vahayı, dişil alanı terk etmeyerek sağaltabilir kendini.

İlk şiir kitabı Hepsi Bu Kadar’dık’tan (2000) bugüne, hayattan edindiği bütün bilgileri, yaşadığı deneyimleri şiiriyle sorguya çeken Emel Kaya, son kitabı Veba Sütunu’yla da dilin sınırlarını zorlamaya, kendini ve hayatı şiirle öğrenmeye devam ediyor. Emel Kaya’nın eril hafızadan sıyrılmış şiirleri, Ten Tarihi (2012)’nde “biraradalığı” kendine dişil bir alan yaratarak sorgulamıştı. Yan Etkiler (2015) ile daha çok kadın varoluşuna yönelen şair, bir kadın olmanın hayretinde izledi etrafını. Yazdıklarıyla varmak istediği nihai nokta dil ötesi, anlamı kendine içkin bir şiir olan Emel Kaya’nın son kitabı Veba Sütunu’yla, onun yaşadığı çağa paralel biçim ve içerik değiştiren şiirleriyle, yasmin kokulu çöl vahalarına uzandık biz. Antik Yunan’dan başlayıp dişil olanın sıcaklığına dokunurken, şiirin ve hayatın Emel Kaya’daki yansımaları üzerine konuştuk. Konuştukça öğrendik, şaşırdık, ve güzelleştik. Keyifli okumalar.

***

Ten Tarihi’ni okurken pastoral bir tablo izliyor gibi oluyoruz. Bir tarafta yasmin’in imgesel hareketi süreklilik gösterirken, diğer tarafta kadife, deniz, bitkiler, dokunmaya dair öğeler ve en önemlisi mitoloji yasmin’in etrafında girift örüntüler oluşturuyor. Sir Lawrence Alma-Tadema’nın Akdeniz esintileriyle dolu tablolarına bakınca, Ten Tarihi’ndeki şiirlerin verdiği hislerin benzerleriyle karşılaştık.  Alma-Tadema’nın resimleriyle buradaki şiirlerin arasında böyle bir imaj birlikteliğinden bahsetmek mümkün mü?

E.K.: Ten Tarihi, tesadüfi süreçlerle gelişmedi, bir alt ve üst metin şeklinde tasarlandı. Alt metnin oluşum süreci, 2003 yılına dayanır. Önceleri Kıbrıs’ta Türklerin güneye, Rumların kuzeye geçişleri yasaktı. Kitap, 2003’te Rum ve Türk tarafı arasındaki kapılar açıldıktan sonra kimileri için oldukça kaygı verici, kimileri için barışa dair ciddi umutlar vaat eden, ama sonuçları kestirilemeyen, belirsizliği apaçık bu değişimi kavrayabilme, tanımlayabilme kaygısı ve niyetiyle, adanın antik çağlardan başlayan tarihsel süreci üzerinden iki toplumun bir arada yaşayabilme imkânını dişil alanda sorgulamaya çalıştı. Hatta savaşa ve bölünmeye neden olan eril alanı tamamen reddetmek için, kitabın üst metninde tasarlanan aşk ilişkisi, biri koku (yasmin), diğeri dokunma (kadife) duyusuna hitap eden iki ‘dişil’ kavram üzerine kuruldu. Aşkın ve tutkunun seyri ile adanın tarihi arasındaki uyum, gerek şiirlerin yazılma sürecinde,  gerek kitap bittikten sonra beni de şaşırttı, doğrusu.

Kitap, ana tema olarak kendine “bir aradalık imkânı”nı seçmiş, tutkunun kaotik ritmini, lirik bir dilde denemeye girişmiştir. İki insanın, iki varlığın bir aradalığının mümkün olup olamayacağını, olabilecekse bunun nasıl, hangi şartlar altında ve ne pahasına gerçekleşebileceğini, gerçekleştiği takdirde bu iki varlıkta meydana gelebilecek değişim ve dönüşümleri, kopuşun sarsıntılarını ve kopuştan kaynaklı savrulma biçimlerini, tutkunun sürdürülebilirliğini, aşkın doğasını, bedenin ve varlığın sınırlarını takip etmek, izlemek, kavramak gibi ‘uçuk’ bir idealin peşinden gitmekte. Algının açılıp netleşmesi için diyalojik bir yapı içindedir şiirler. Tabii, iki şeyin bir aradalığını mümkün kılacak bir dünya, bir mekân ve süreci imleyen seyir halinde bir zaman tasarısını da kapsar. Bu dünyanın renkleri, kokuları, nesneleri, kişileri ile doludur. Yasmin’in imgesel hareketindeki süreklilik, onun bir ‘sevilen’ olarak Bataille’ın Erotizm’indeki “sevilen varlık içinde süreklilik duygusunu yakalama, böylece kendi varlığının süreksizliğini aşma, ölümsüzlüğe ulaşma” yaklaşımıyla birlikte okunmalıdır, derim.

Tematik açıdan değilse de, Alma-Tadema’nın resimleri ile Ten Tarihi’ndeki şiirlerin imaj benzerliği meselesi kitabın alt metinden beslendiği antik çağ ve mitoloji ile ilişkili olmasından dolayıdır. Kitap, okur nezdinde, imajlar açısından böyle bir görselliğe ulaşabilmişse, ne mutlu!

Yan Etkiler’de, Hükümsüzdür İlanı bölümünde bir bütün olarak ailenin kadın üzerindeki tahakkümünü günlük hayattan imgelerle okurken eril kodların kurumsallaştırdığı bir yere çekiliyoruz. Buna bağlı olarak kadının bir kimlik üreticisi olma misyonunun neresinde durduğunu söyleyebiliriz?

E.K.: Kadının bir kimlik üreticisi olma misyonunun karşısında, bir engel olarak yine kadını görüyorum. Kadının, bizatihi kendisini ve kendisine ait alanları eril sisteme fütursuzca sunmasından son derece rahatsızım. Bunu, dışlanmama, kabul görme, takdir edilme, huzur bulma, rahata erme vs. gibi kaygılarla yapıyor hemcinsim. Eril akıl (rasyonel) tarafından, akıldışı (irrasyonel) bir alana itilmeyi, orada eril yapının izin verdiği kadar dikilmeyi; erillik tarafından belirlenmemiş/tanımlanmamış, dolayısıyla müthiş kaygı verici, tanımlanmadığından dolayı da kimliksiz bir alanda tecrit edilip ‘özgürce’ salınmaya tercih ediyor. Oysa o kimliksiz alana sarkmayı, kaygılarını kucaklamayı başarabilse, oradan kendini inşa edebilecek. Kadının varoluşuyla, kendi trajedisiyle yüzleşmesine izin vermeyen, hatta bu yüzleşmeyi gerçekleştirmemesi için onu bir an bile yalnız ve boş bırakmayan, zafiyet içinde olduğunu sürekli vurgulayan ve bu zafiyetleri için ona sığınabileceği, korunup kollanabileceği çeşitli tanrıcıklar (baba, koca, dayı, amca vs.) sunan sistemin karşısına bir reddiye ile çıkabilmenin, hele de bizim gibi toplumlarda ne derece güç olduğu ortada.

Bugün, bunca farkındalığa rağmen, aile içinde, edebiyatta, akademik alanda, iş hayatında kadının kendi kimliğini üretmesinin karşısındaki en büyük engel, teslimiyetidir. Bu teslimiyet ruhu, daha çocukken çekirdekte, ailede üfürülüyor kadına. Aile ilk yasa koyucu, ilk serhat boyudur; tehlikelidir. İlk yasayı reddetmediğiniz müddetçe önünüze çıkacak tüm yasaları hoyratça kucaklamakta olduğunuzu hayretle görürsünüz. Ailenin, anne-babanızın ve şürekâsının, bilinçaltınızda hangi potansiyelle durduğu, ileride sizin varoluş maceranızda neye dönüşeceği, sizi neye dönüştüreceği kestirilemez. Çevrem, kendine acıyan ve bir ‘kurtarıcı’ bekleyen kadınlarla dolu. Kendine acımak yerine, kendi tercihleri için acı çekmeyi, kendi kararlarından dolayı pişman olmayı, kalabalığın uğultusunda kendi sesini duymayı, kısaca, kendi varlığının sorumluluğunu yüklenmeyi, güvenli ve geniş bir omuzda ağlayıp sızlanmamayı öğrenmediği müddetçe, yeryüzünde adımını attığı hiçbir yer kadının olamayacak. Kendi başarısına da felaketine de bir ‘kurtarıcı’ olmadan sahip çıkabilme, kendiyle, ürettikleriyle, toplumla yüzleşebilme dirayeti açacak kadının kimlik üretme yolunu. Mümkün mü bu? Bir yerden başladık sayılır. Neden olmasın?

Bu iki kitabın devamında, yeni çıkan Veba Sütunu’nda özellikle “on yıl sonra, Arizona’da” bölümünde yer alan Kavis şiirinde önceki lirik yapının nispeten kırıldığını, şiirin kendini daha öyküsel bir alana çektiğini, buna bağlı olarak da -mesela- noktaların kullanımının hayli arttığını görüyoruz. Bu biçimsel farklılık içeriğin değişimiyle ne kadar bağıntılı gelişti?

E.K.: Şiirde lirik alanı bütünüyle terk etmeyi düşünmem. Ancak ‘tamamen’ lirik şiirin de bugün gördüklerimi, yaşadıklarımı, bana çarpıp düşenleri, orama burama yerleşenleri, beni itip kakanları karşılayamayacağı ortada. O halde, lirik alanı, farklı biçimlerde ve biçemlerde denemeye giriştiğimi söyleyebilirim rahatlıkla. Şu durumda, bile isteye deneysellik sularında da kulaç atmakta olduğumu ve dahi atacağımı da belirtmiş oluyorum. İçeriğin dayattığı biçime ulaşmak arzusundan başka bir niyetim yok elbette bunu yaparken. Ruh ile beden arasındaki dengedir bu. Sarsak bir ruha smokin giydirmekten, şiire sığınırım! Şiiri var kılacağına inandığım her şeye göz kırparım. Gözümü kırparken bir ‘vasatlık bilgisi’ gerekecektir bana. Meselenin en zor kısmı bu. Çünkü o bilgi olmadan neyin deneyimlendiğini, neye ulaştığımı, kırptığım gözümün arasına sıkışanı ne edeceğimi kestirebilmem olanaksız. Benim için öngörülebilir ve muhtemel olandır vasatlık bilgisinin sınırlarını çizen. O halde, öngörülemeyeni sezdirmek, ihtimalden azade olanın peşine düşmek icap eder. Sende ve senin dışındaki dünyada değişip dönüşenlerin mânâsını da sürekli tartman gerekir. Çünkü değişim, bir şeylerin eskisi gibi olmayacağını diretir. Bu diretmeye, değişim/dönüşümden önce kullandığın dille/söylemle karşılık vermeye çalışmak, Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırmasına benzer. Değişim/dönüşümü karşılayabilecek yeni bir dile/söyleme, oradan da şiirin nefes alıp vereceği bir atmosfere ulaşabilmek için değişimin ve dilin doğasına kafa yormalısın. O vakit, bir de ‘farkındalık bilgisi’ lazımmış bana.

Hayıt ağacı kadim zamanlardan beri “namus ağacı” ya da “rahip biberi” olarak biliniyor. Kadın ve erkek üzerinde etkileri ise neredeyse zıt, erkeklerde cinsel isteği bastırırken, kadınlarda doğurganlığı arttırıyor, rahim kanserini önleyip sütü fazlalaştırıyor. Bu özelliği ile de Homeros’un İlyada’sında bir namus simgesi olarak karşımıza çıkıyor. Cennetten kovulup sürekli sorular sorarak kutsal Meryem’i arayan kadının, hayıt ağacından aldığı “zaptedilemez rahim enerjisi”yle yeryüzünde eril otoritenin karşısında bir nevi lanetlendiğini söylemek mümkün mü?

E.K.: Pek çok erkeğin, ilişkiye girdiği kadının kızoğlankız olmasını beklediği, hayal ettiği, bundan büyük bir haz ve heyecan duyduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hazzı ve hükmedileni simgeleyen bedenin; üremeyi, çoğalmayı, ‘soy sürmeyi’ simgeleyen rahmin ilk kez kendisine sunulmuş olması, erkeğin kendini bir tanrı gibi hissetmesine sebep oluyor. Böylece kendisini içine alan kadının mülkiyeti ve mahremiyeti erkeğe bahşedilmiş oluyor. Rahim, bir şefkat ve merhamet yuvasıyken, erkek için bir şehvet nesnesine dönüşüyor. Kadın, toplumsal kodların kendisine yüklediği ‘bahşedilmiş/yardımcı nesne’ görevini başarıyla yerine getirmiş sayılıyor. Erkeğin tanrılaştığı, kadının ‘kirlendiği’ bu eylemlilik içinde Meryem, bir ütopyadır. Bâkiredir, ‘bahşedilmemiş/kirlenmemiş’tir ama hamiledir. Eril otorite, Meryem’i ‘alt edememiş’ ancak onunla baş edebilmenin bir yolunu bulmuştur. Onu önce lanetlemiş, sonra ikna edici bir dizi mucizenin yardımıyla kutsamıştır. Iskalanmaması gereken nokta, Meryem’in bir oğul ve Tanrı tarafından kollanarak lanetinden kurtulup aklanmasıdır. Meryem, yine de, kendisine hükmedemeyen eril otorite tarafından tanımlanır. Meryem’in toplum nezdindeki kutsallığı, kadınlığından, anneliğinden yahut bütünüyle kendi imanının gücünden kaynaklanmaz. Doğurduğu oğlun bir peygamber olmasından kaynaklanır. Oysa kutsal metinlerde Meryem’in daha 6-7 yaşlarında bir çocukken Süleyman Mabedi’ne verilmeden önce ve mabetteyken gerçek bir mümin olduğu, övücü sözlerle anlatılır. Şu durumda, eril sistem içinde Meryem olmayı yahut kutsal Meryem’i bulmayı başarsam da, bir peygamber doğuramadığım müddetçe aklanmam olanaksız!

(Önceki soruyla bağlantılı olarak) Veba Sütunu’nun, ikinci kısmı “beş yıl önce, Arizona’da” bölümünün başında epigraf olarak yer alan Beled Suresi kendi getirdiği tanımlama ile en basit şekliyle doğruyu ve yanlışı ortaya koyuyor. “kule sanmaktan kanatlarım sanmaktan/sayıklamaktan bu ne biçim rüya demekten/sağa meyletmek ve soldan kayıyor gibi mi durmaktan” dizeleri ve devamı, kadının kendisini lanetleyen sistemin ondan beklediklerini tefrikte güçlük çektiğini düşündürtüyor. Bu noktada rahmiyle, kanamasıyla, lekesiyle tabulaştırılmış kadın kendisini lanetleyen din sistemi içinde kendini nasıl sağaltabilir?

E.K.: Bu, nasıl bir kurtuluş istediğiniz/beklediğinizle ilgili. Din sisteminin içinde ‘kendini sağaltmak’ diye bir mefhum yoktur; kendinizi sağaltmanız değil, yok etmeniz beklenir. Ulaşabileceğiniz en yüksek mertebe ‘kendi varlığının bir hiçliğe tekabül ettiğinin ayırdına vararak gerçek bir mümin’ olmaktır. Kurtuluşunuz da imanınızın derecesine göre gerçekleşecektir. Din, muhatabından şeksiz şüphesiz teslimiyet ve tevekkül talep eder. Eril yapının da sizden beklediği hemen hemen budur.

Eril sistem, sadece dini değil, mitolojik öğeleri de eğip bükmek suretiyle kadına dair tanımlamalarını çeşitlendirir. Kadının, bedenen kendini daha iyi hissetmek için kullandığı ‘kozmetik’te de erilliğin ortaya koyduğu tanımlama biçimi ve bilinçaltı süreci işler. Mitolojik düşüncede, evrenin başlangıcı, karışıklık, belirsizlik, sonsuz boşluk anlamına gelen ‘khaos’tur. Khaos içinden doğan Gaia (toprak ana), Uranos (gökyüzü), Pontos (deniz) ve dağların birleşerek şekillenmesiyle oluşan evreni, tanrısal varlıklar doldurur ve ‘güzellik, düzenlilik’ anlamına gelen cosmos’a ulaşılır. Eril sistem, daha yatakta uyandığınız anda, bir ‘kaos’ içinde olduğunuzu öngörerek kalkar kalkmaz size güzellik ve düzen vaat eden ‘cosmos’u yani ‘kozmetik’leri sunar. Kullandığınız kozmetiği, bir kaos içinde olduğunuzun ispatı için kaydeder. Siz, farkına bile varmadan bunu çoktan kabullenmişsinizdir zaten.

Modern çağın, mitolojiyi dönüştürdüğü ‘üstün’ yorumlama gücüyle sizi çaktığı bu kaos alanı ile eski çağlarda, mesela Aristoteles’ten beri kadınların, “‘nefsine hâkim’ olarak tanımlanmaya uygun olmadıkları, değişken akıllı oldukları, bundan dolayı da ‘tereddüt’ içinde kaldıkları ve kolaylıkla yönlendirilebildikleri, çünkü tutkularının peşinde sürüklenmeye meyilli bulundukları; dolayısıyla ‘akıl özürlü’ oluşları temelinden hareketle tanıklıklarına güvenilemez çocuklar ve aptallarla aynı gruba yerleştirilmek” suretiyle indirgendikleri alan, özünde aynı yeri işaret eder.

Kadının, cennetten kovulmanın müsebbibi olarak lanetlenmişliğini konuşacaksak, erkeğin işbirliğini ve elmayı şehvetle dişlerkenki ikiyüzlülüğünü ifşa etmek gerekir. İnsan olmanın, eğriyi doğruyu ayırt edebilmenin sarp yokuşuna kadının tırmanamadığını iddia edecekseniz, erkeğin tırmanabildiğine dair kanıtlar sunmanız gerekir. Bugün savaşları çıkaran, öldüren, bölen, parçalayan, kategorize eden, yok eden akıl ‘erkek’tir. Yalın ve apaçık bir ‘sezgi’ ile varlığını ortaya koyan, yaratan, büyüten, şefkat ve merhamet gösteren, içine alan, kavrayan, birleştirerek bütünleyen, rahim sahibi ‘kadın’dır. Kadını ve bir aradalığı çağrıştıran, işaret eden dişil alanı, ayrıştıran erilliğin sığlığının kavrayabilmesi elbette mümkün değil. Erillik, dişilin eyledikleri üzerinde aklını yürüterek asgari bir bilgi birikimi sağlayabilir; ancak hayatın muğlaklığı içinde yol gösterici bu ‘akıl’ değil, ‘sezgi’dir. Kadının kendini sağaltmasının yolu, akla kadınsı bir alternatif geliştirmek ya da aklın kadınsılaştırılması değildir. Lloyd’un da belirttiği gibi, aklın soyut ve soğuk karakterine karşı duyguların sıcaklığının, evrensellik iddialarına karşı kadınların kişisel ve tikel olana gösterdikleri özenin çıkarılması, baskıcı geleneğin önemli bir bileşenini pekiştirir. O halde kadın, kendisine dayatılanlarla eril hafıza oluşturmayarak, oluşturulmasına âlet olmayarak ve o geniş vahayı, dişil alanı terk etmeyerek sağaltabilir kendini.

Veba Sütunu, önceki yapılara göre alışılmadık Amerikanvari bir dille açılıyor. Sonrasında mitolojik öğelerin ve kadının özüne doğru genişlerken gittikçe lirikleşen dil, son bölümde yeniden bizi kutsal atmosferden çıkarıp günlük hayatı onun nesnelerini kullanarak yüzümüze çarpıyor. Bu değişimi nasıl açıklayabiliriz?

E.K.: Yaşamla tabii ki. Bölük pörçük ve çoğu zaman bir arada düşünmekte bile zorlandığımız parçacıklardan oluşan yaşamımız kendi içinde akıl almaz bir bütünlüğe sahip. Bu bütünlüğü fark ettiğimden beri, benim için ‘yeni bir gün’ kavramının anlamını yitirdiğini söyleyebilirim. Bu, sarktıkça sarkan, uzayıp giden, bitmek bilmez bir ‘şimdi’ yaşamak gibi. Bir ejder, bir tekboynuz; en az bir korna sesi, bir şişe kolonya, çocukken kaydığım kaydırak, zehirleyip çöpe attıkları kedim, yarın sabah giyeceğim gömleğim, tamircim Suat Usta kadar içinde hayatımın ve ben onların bendeki yansımalarına, dönüşümlerine şahitlik ediyorum. Yaşamımda tecrübe etmediğim, bendeki izini sürmediğim, çıkardığı kokuları takip etmediğim, dalaşmadığım, itip kakmadığım, asıp kesmediğim, temyize götürmediğim, sükûnuna ermediğim hiçbir şeyi şiire taşımadım. Bu demek oluyor ki, yazdığım şiirin yaşamla organik bağını kaybetmesini istemem. Şiir, hayal gücünü farklı biçimlerde deniyor olsa da, mutlaka günlük hayatta karşılığı olan bir zeminde somutlayacaktır kendini. Her şeye yabancılaştığınız, ‘kapının tokmağını dişleme’ye başladığınız, kendi dünyanızda uçuşa geçtiğiniz bir anda, annenizden “börülce yemeği yaptım, gel ye!” diye bir mesaj aldığınızdaki sarsılma, kendine gelme, yüksekliği tartma ve aynı saniyede yere çakılma anına da benzer biraz.

Kutsallığın yabancılaşmaya ne kadar yakın durduğunu görmek, lirik olanla absürt olan arasındaki gel-git ilişkisinden kaynaklanan gerilimin yüksek nabzını sürekli tecrübe etmek şaşırtabiliyor insanı. Ben mesela, sürekli şaşırarak yürüyen biriyim.  Yaşam, bir şaşkınlığın çoğullanmasından ibaret olsa gerek, demişliğim vardır.

Dil ile bir atmosfer yaratabilmek ise, şiirdeki başat meselelerimden. Dil unsurlarının, dili oluşturan öğelerin farkına varılmadan, doğrudan şiirin atmosferine hizmet edecek, dolayısıyla dilin üstüne çıkabilecek bir ‘şey’ arzuluyorum şiirde. Dile fazlaca kafa yoruyor ve dil üzerinde çalışıyor olmamın sebebi bu. Aslında derdim, dili aşabilmek; bir atmosfere, bir hisse/sezgiye ulaşabilmek.

Gittikçe kuraklaşan, doğaya dönüp onu çoğaltacağı yerde onu tüketen dünyada, her yeni günü başka bir kan tadıyla damağımıza yerleştiren günlerde, bir kadın olarak kendini nasıl canlı tutuyorsun?

E.K.: Az önce de söylediğim gibi, bende ‘yeni bir gün’ kavramı yok. Zamanı bölebilmek ve bu bölümlemeyle yaşamak çok güzeldi bir vakitler. O vakitlerde, yaşamak da daha kolaydı. Çünkü bir şeylerin ‘geçip gidiyor’ olduğunu sanırdım. Çok sonra fark ettim ki, zaman geçse de her şey bana kalıyor. Kalanlarla yüzleşmeyi ve iyi geçinmeyi öğrendim. Hoş, bazen çok fena girişiyoruz birbirimize ama onlar da bana alıştı galiba. Artık hepimiz sonsuz bir ‘şimdi’nin içinde ‘güzelleşiyoruz’. Bu, yaşama karşı iyimser olduğum anlamına gelmesin. İflah olmaz bir kötümserim. Belki de o nedenle hep mücadele ederek ve imkân sözcüğüne yaslanarak canlı tutmaya çalışıyorum kendimi. Lakin canlı olduğuma dair bir kanıt sunabilecek miyim, emin değilim. Belki fazla ‘güzelleşmiş’ ve çoktan ölmüşümdür.