
Umberto Eco: Hafta Sonlarında Roman Yazan Ciddi Bir Profesör
Okurken, benimle aynı düşünceleri paylaşan süper yaratıcı bir arkadaşım bana masal anlatıyormuş gibi bir hisse kapıldığım Eco’yu bu küçük yazıyla anmış olmak istedim.
Bu bölümde, güncel kitap eleştirilerinin dışında kalan, bir ‘fikir’ üzerinden ilerleyen yazılara yer vereceğiz.
Okurken, benimle aynı düşünceleri paylaşan süper yaratıcı bir arkadaşım bana masal anlatıyormuş gibi bir hisse kapıldığım Eco’yu bu küçük yazıyla anmış olmak istedim.
Blanche, Stanley ve Stella kadın ve erkek ilişkilerinin tarihselliği açısından süregelen eşitsizliği ve bunun trajedisini sahneliyor. Sınıfsal sömürünün yarattığı ezilmişliğin ve aşırı şiddetin, toplumsal cinsiyet ekseninde kendini nasıl başkaca ürettiğini de gösteriyorlar.
Ferrante, oyuncak bebeklerin kız çocuklarını anneliğe hazırlayan başlıca nesne olması durumunu sorguluyor ve bu olguyu metaforlaştırarak, kadınların her birinin temelde sadece anne olmaları/olma gerekliliklerini tartışıyor.
Mevcut toplumsal kriz ve felaketler içerisinde edebiyat, yazı nerede durur? ‘Anlatılamaz derecede’ feci olan şeyleri edebiyat nasıl anlatır? Anlatırsa, hangi yolları izler?
Zafer Aracagök’ün Kavramsız Negativite’si kapısı olmayan bir kitap, ki kavramsız olmak biraz da bu demek. Kavram, kapı düşüncesiyle bağlıdır. Sınır çizer, tuğla çeker, duvar örer. Kavramı kullanan (kendi özneliğinin de ispatıdır bu) kapının efendisidir.
Mevcut üstünlük ve ayrıcalıkların korunması için alt ve orta sınıfların tahrif edilmesi, birer sınıf olmaktan çıkarılması gerekir. Toplumun toplum olmaktan çıkarılışıdır aslında bu, hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değiştirilmesi/tahrif edilmesidir.
Vahe Sahakyan’ın diasporaya yeni bir bakış getirdiği yazısını Cafer Sarıkaya’nın çevirisiyle sunuyoruz.
Bilge karasu okumak, bir ağrı hissetmeyi ama o ağrıyan yerini bir türlü bulamamayı hissettiriyor. Zihinde dolaşan parmakları kederin yakınında gezdirip “burası da değil” demek gibi.
Belma Fırat, ataerkinin dile sızan, erkek egemenliğini perçinleyerek kadının ikincilliğini oluşturan belli başlı kelimelerini öykülerine içleyerek çiğneyip, kendi öykü karakterlerine de arada yaptırmayı sevdiği gibi kusuyor.
Tekrar ve fark, döngüsel olarak anlatımın niteliğini oluşturur ve bu döngüsellik Bernhard’ın yazısında bir imzaya, taklit edilemez bir takıntı olarak “edebiyat edimi”ne dönüşür.