Ben hatırlamanın omuriliğimi büken, kemiklerimi un ufak eden acımtırak boşluğunda karşılaşmıştım Aslı Erdoğan’la. Yazabilme yetisine bir gün kavuşur muyum umuduyla bilinçsiz nefes aldığım, çocukluğumdan arta kalan son günlerdi. Bir gece evi tepesine yıkılmış, bir gece ölülerin arasına atılıvermiş bir kızdım. Saçlarımdan moloz parçalarını temizleyip babamın eline doğru koşarken, öfkenin saniyelere bölünüşünü ilk kez iliklerimde hissediyordum. “Biri bir şeyi yanlış yapmış ve bütün binalar yıkılmıştı.” O şey neydi? Biri kimdi? Bütün binaların ardında hangi bedenler şişiyordu? Bunları sonraki yıllarda kendime çok sordum lakin o an soruların muhakemesinden çok, onları art arda sorma histerisine kapılmış idim. Kıpkırmızı göğün altında akıp duran kanın sorumlusu Tanrı olamazdı. Çok geçmeden Yalova’yı dümdüz eden isimleri hepimiz duyduk.
Bütün kriz, ölüm, defin, yas ritüellerinden sonra düzlemsel bir boşlukta tek başımaydım. Romanlara sığınsam da arkadaşları olan neşeli bir çocukluk geçirmiştim ama şimdi yalındım. Kimsem yoktu. Oyunum yoktu. İstanbul’a sürülmüş, sürükleyici romanları geride bırakmıştım. Kabuk Adam’ın elime geçmesi bu vakitlerdi. Mağaramda uzun zamandır Sait Faik’leydim. Bu birlikteliği şu cümlelerle ne hoş bölüyordu Kabuk Adam:
“Bir kadından söz eder gibiydi ve ancak bir sevgiliye gösterilebilecek sevecenlikle atı okşarken, gözlerini benden hiç ayırmıyordu. Asıl dokunmak istediği bendim, ikimiz de biliyorduk bunu. Dediklerini aynen yaptım, at yerinden hiç kıpırdamadan, uysallıkla izin verdi okşamalarıma. İlk kez bir ata dokunuyordum, tüylerinin hiç ummadığım yumuşaklığı, iri bedeninden yayılan sıcaklık beni etkilemiş, sakinleştirmişti. Bir başka bedenle, dost bir canlıyla temas etmek, ölüm korkusunun en iyi yatıştırıcısıdır.” (i)
Tony’nin dediği gibi, “sahipsiz bir at”tı o, anlatıcının okşadığı. Ben cümleler içinde, enkazlar içinde sahipsizdim. Bana Kabuk Adam sahip çıktı.
İşte bu sebepten Aslı Erdoğan sahipsiz değildir!
Okudukça önümde açılan kıvrak dilin tadına varıyor, çoğunlukla çeviri romanlarla terbiye ettiğim dimağımın günlere yayılan ziyafetini zevkle izliyordum. Kabuk Adam bir kapıydı, bana Türkçe Edebiyat’ta o güne dek yapılmış olanları bir kenara yığıp anlatan ama diğer tarafta “bak böyle bir söyleyiş, böyle bir hikâye de var” diyen, kara kaplı defterime ilk kez bir kitaptan tümceler yazdıran, eşiksiz, boyum kadar bir han kapısı. Hikâye kurmayı Büyüyen Eller’den, Son Kuşlar’dan, Alemdağ’da Var Bir Yılan’dan, Efalikus’un Kahvesi’nden, İshak’tan, Havva’dan, Dizboyu Papatya’lardan, Aramızdaki Şey’den, sahnede bir kez görünen tabancanın patlamasından öğrenirken, sokulgan bir tavırla Kabuk Adam’ın izinden gitmeye başlamış, cümle üzerine düşünmüş, öncesinde yazılarla eş zamanlı yazılanları incelemeye dalmış, yazarının dilini çoğundan üstün bulmuş ve diyaframımda ahlarla büyüyen bir imrenmeyi büyütmeye başlamıştım.
“Cehenneme giden yolların taşları iyi niyetle döşenmiştir,” derler ama ben buna inanmıyorum. Cehenneme giden yolun taşları, bence korkuyla döşenmiştir. “İçimdeki insan uyanmıştı ve bütün uyanışlar korku vericidir.” (ii)
Ağır aksak, gerçekten edebiyata hizmet edeceğini umduğum metinler yazmaya başlamam Aslı Erdoğan’ı iç etmemle başlar.
Kırmızı Pelerinli Kent ile birlikte Özgür’le burun buruna gelmem, gençliğin boy atmasıyla yarıklara bölünen ten, kavrayışın değişmesi, ben merkezinin yavaştan kaymaya başlaması… Rio’daki silah seslerinin gürültüsüne yıllar sonra boğulacağımı bilmeksizin, filmin içindeydim. Omzumu Özgür’e, omzumu anlatıcıya vermiştim. Ne diyordu?
“Karınca yuvası gibi evsiz barksız kaynayan Lapa’da saatini çantasından çıkartamazdı ama altı suları olduğunu kestirebiliyordu. Uzak gölgelerle dolu bir akşam başlamış, sokaklara bir sessizlik çökmüştü.” (iii)
Değil miydi ki ben de kadınlığımı çıkartamıyordum çantamdan? Bacağımı, mememi, vajinamı, varoluşumu, isyanımı, itiraz edişimi, haksızlığa boynum dik duruşumu, ölülerin hakkını savunuşumu, yakılan otel yüzünden derimdeki tahribatı, acılarını, acımızı, katledilişlerimizi, parçalara ayrılan kemiklerimizi, ateşle imtihana tutulan bedenlerimizi, çüklerimizi, penislerimizi, testislerimizi, değişmeye zorlanan nefsimizi, açlığımızı, başımıza yıkılan evimizi, kardeşlerimizle beraber yan yana sıralanan cesetlerimizi, sözümüzü, çiçeklerimizi.
Taş Oda ve Diğerleri, Sait Faik Ödülü’nü aldığı için mutlu olduğum yegâne kitap, son yıllara bakılınca.
“Galiba konuşuyordum. Sanki bir an duracak olsam yere devrilirdim, taştan zemin bile durduramazdı yere düşüşümü.” (iv)
Fizikçilerin içinde bambaşka düşünen bir karakter vardı oralarda. Biyografisine bakınca CERN’den ayrıldığını öğrendiğim yazarın başkaldırışını cümlelerinde görmemem mümkün müydü?
Seneler geçti. Ben Aslı Erdoğan’ın o ayrıksı bakışını, tekdüzenin içinde biricik kalışını kendime aldım. Onun verdiği kuvvetle yalnızlığa yol yapmış, usumu dünyaya açmıştım, şimdi onun verdiği cesaretle ben de yabancı hissettiğim topluluğu inkâr edebilir miydim?
Ettim. Bıraktım. Gittim. Sonucunda bir şaheser çıkmayacağını bilsem de, ömrümü edebiyata vakfetmeyi bu zavallı ömrün düsturu seçtim.
(Buraya kadar anlattığım kişisel hikâyemin hiçbir önemi yoktur. O zaman niye anlattın derseniz, bu da dilim döndüğünce içimdekileri hikâye etme şeklimdir.)
Savaşların zalimliğini, ekonomik istikrarsızlığın, Dolar Euro paritesinin, TL’nin değer kaybedişinin, kişi başına düşen gayrı safi millî hasılanın, işsizlik oranının, kişi başına düşen kütüphane sayısının, İstiklal Caddesi’ndeki dönüşümün, tarihî eserlerin betonla kaplanmasının akan ritminde gittikçe yalnızlaşan şehirlerimizin içinde birer küçük noktadan başka bir şey değiliz. Sanatın yaratıcı ve iyileştirici gücünü doğru dürüst kullanamadan, inşa ettiğimiz şikâyet mekanizması üzerinden hissizleşmekten başka ne yaptığımızı soruyorum. Kaybolan bir insana sahip çıkmak için hesaplarımızdan günde bir kere “X nerede?” diye sormamızı sorguluyorum. Umudu kaybetmiş olabiliriz. Üst üste gelen kırıklıklar ve yaratmakla düşlemeyi imkânsıza yaklaştıran değişkenler, hayat denkleminde yüksek katsayılarla çarpanlarına dahi ayrılamıyor olabilir.
Ölümü zelzelesel kıvamında değil, başka şekillerde de birkaç kez göğüs aşırı karşılamış biri olarak soruyorum: “Yazmak suç mudur?”
Aslı Erdoğan, bu dünyada bana, ona, ötekine, orada bir başına can verene, caddeden tesadüfen geçerken bombalanana, garlarda katledilenlere, yalnızlara, döşeğini yahut yaslanacağı dizi bulamamış başlara, çocuk uykusunu para için harcayanlara, bir kelime öğrenip onunla on cümle yazabilenlere yol göstermiştir. Aslı Erdoğan, öfkeyi öğrenen bu çocuk için bir lügat açmış, ona içsel olanı, edebî tümceyi, anlatışın farklı hâllerini tanımlamıştır.
Aslı Erdoğan, bu toprakların, memleketin, ülkenin, neyse neyin, ve dahi dünyanın baş kaldıran kalemi, ince ruhu, sanatkârıdır.
Ne kalacak geriye bunca savaştan, hapislerden, işkencelerden, ilaçsızlıklardan, elektrikten? Gücüdür bu edebiyatın en dar ve zor zamanlarda bile klişe de olsa zihne bir şiir düşürmesi. Gücüdür bu edebiyatın günü bitirmeye çabalarken peşine takıldığımız bir kahramanın diyaloglarının sürekli akıp durması boyun boşluğunda. Ne kalacak geriye? Bir söz, bir bakış, bir hâl, tavır, bildiri, taç, kâse, asa? Gücüdür bu Kabuk Adam’ın, Bir Delinin Güncesi’nin, Mucizevi Mandarin’in, Taş Oda’nın. Kuvvetidir, macunudur, isyanıdır ateşlenen, kalem durmaz, söz uçar.
Aslı Erdoğan yaşar ya biz ölürüz.
Yazdığınca. Yarattığınca.
“Beni duymuyorsunuz, değil mi? Belki geçmiş zamanda anlatmamalıydım. Şarkıya gene yanlış yerden, yanlış perdeden girdim.” (v)
ASLI ERDOĞAN ÖZGÜR BİR YAZARDIR.
(i) Kabuk Adam, s. 39, Everest Yayınları.
(ii) Kırmızı Pelerinli Kent, s. 58, Everest Yayınları
(iii) Kırmızı Pelerinli Kent, s. 72, Everest Yayınları
(iv) Taş Bina ve Diğerleri, s. 73, Everest Yayınları
(v) Taş Bina ve Diğerleri, s. 60, Everest Yayınları